إِلَّا مَن ظَلَمَ ثُمَّ بَدَّلَ حُسْنًا بَعْدَ سُوءٍ فَإِنِّي غَفُورٌ رَّحِيمٌ ﴿١١﴾
11.İllâ men zaleme summe beddele husnen ba’de sûin fe innî gafûrun rahîm(rahîmun).
Ancak zulmedenler hariç. Ama kim kötülüğü işledikten sonra iyiliğe (mürşidine tâbî olup günahlarını sevaba) çevirirse, o zaman muhakkak ki Ben, Gafûr’um (mağfiret eden, günahları sevaba çeviren) Rahîm’im (Rahîm esmasıyla tecelli eden).
وَأَدْخِلْ يَدَكَ فِي جَيْبِكَ تَخْرُجْ بَيْضَاء مِنْ غَيْرِ سُوءٍ فِي تِسْعِ آيَاتٍ إِلَى فِرْعَوْنَ وَقَوْمِهِ إِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمًا فَاسِقِينَ ﴿١٢﴾
12.Ve edhıl yedeke fî ceybike tahruc beydâe min gayri sûin fî tis’ı âyâtin ilâ fir’avne kavmihî, innehum kânû kavmen fâsikîn(fâsikîne).
Ve elini koynuna sok. Onu kusursuz beyaz olarak çıkar. Bu (âyet, mucize) firavuna ve onun kavmine (ait) dokuz âyet içindedir. Muhakkak ki onlar, fasık bir kavim oldular.
فَلَمَّا جَاءتْهُمْ آيَاتُنَا مُبْصِرَةً قَالُوا هَذَا سِحْرٌ مُّبِينٌ ﴿١٣﴾
13.Fe lemmâ câethum âyâtunâ mubsıraten kâlû hâzâ sihrun mubîn(mubînun).
Âyetlerimiz onlara görünür olduğu zaman; "Bu apaçık bir sihirdir." dediler.